HİKÂYE
Sinop vilayetinin seksen beş km güneyinde şirin bir ilçe vardı. Adı Boyabat olan bu kadim “Şehre” 1954 yılında, ilçe olarak yüz otuzdan fazla köy bağlıydı ve bu köylerden biride Hanoğlu Köyü idi. Boyabat’ın güneyinde, tam da yirmi üç km uzağındaydı. Bu köy o tarihlerde 25-30 haneliydi ve şirin mi şirindi.
Köyde, Mehmet oğlu İbrahim diye biri yaşıyordu ve Osman oğlu Mehmet’in ikinci büyük oğluydu. Bunlar tam on bir kardeşti ve 1941 yılında kırk iki aylık askerlik görevini tamamlayarak köyüne dönmüştü.
O yılların adetlerinde olduğu gibi askere gitmeden önce, evlenmişti ve askerliği bitinceye kadar yolunu bekleyen, birde karısı vardı.
Terhis olup gelince, köyünde rençperlik yapmaya başladı, 1942 yılında ilk göz ağrım dediği (kızı) Keziban doğdu, ileriki yıllarda iki kızı ve bir oğlu daha olmuştu.1954 yılına gelindiğinde ise beşinci çocuğu doğmuştu.
Böylece İbrahim yedi kişilik bir ailenin reisi oluvermişti. Bu ailenin, o tarihlerde iki öküzü, bir ineği ve on beş koyun ile bir de atı vardı.
Sonra ki yıllarda, iki kız, birde erkek olmak üzere, üç çocuğu daha olmuştu; böylece on nüfuslu bir ailenin reisi oluvermişti Mehmet oğlu İbrahim. Bu aile çocuklarıyla el birliği içinde çalışıyordu, ama çocukların geleceği içinde bazı kaygılar taşıyordu.
Dördüncü çocuğunda: “oğlun oldu, adını ne koyacaksın?” denildi; hiç tereddüt etmeden ve bir vefa örneği göstererek “Arif” dedi.
Niçin Arif dendiğinde, “oturduğumuz evin bulunduğu arsa bize Arif dayımızdan intikaldir. Onun adının yaşaması için Arif.” demişti.
Ancak o bölgede ilmine güvenilen birde Arif hoca vardı ve bir anda çocuğu için, acaba “Arif Hocada” olabilir mi diye düşünmüştü, ama bu sırrını 1960’lı yıllara kadar da kimseye vermemişti.
Oğlunun doğduğu yıl, 1952 idi. Memleket ekonomisi özellikle, o bölgede neredeyse tamamen tarıma dayalıydı. Herkes tükettiği ürünü kendisi üretiyordu, tarla tapan, bağ bahçe bir karış yer bırakılmadan ekilip biçilirdi.
Gelişmiş tarım makineleri yoktu, toprak, makine yerine, insan ve hayvan gücüyle işleniyordu. Karasabanla işlenen toprakta, genel adı ekin olan; arpa, buğday, yulaf, mısır ve pancar gibi çeşitli ürünler yetiştiriliyordu. Elde edilen tahıllar su değirmenlerinde una çevriliyor ve ekmek ihtiyaçları da öyle karşılanıyordu.
Beslenmeleri diğer köylüler gibi, ekmek ağırlıklıydı. Ekmeğe katıksa, çeşitli ürün ve meyvelerden yapılıyordu. Pekmez, peksimet gibi şeylerden başka, hayvanlardan sağdıkları sütleri, kendi imkânlarıyla işliyorlar ve yoğurt, çökelek, peynir gibi ürünler elde ediliyorlardı. Bu gün için ilkel kabul edilen Kağnı arabalarına camızlar ya da öküzler koşuluyor ve birçok taşıma işi de bu arabalarla yapılıyordu.
İbrahim, aslında köklü ve dededen itibaren de varlıklı bir aileden geliyordu. Ama babasının kardeşleri, Hasan, İbrahim, Mustafa ve ismini bilemediğimiz diğer ikisi, Çanakkale’de ve Sarıkamış’ta şehit olmuşlardı.
Amcalarının hepsi şehit olup köye dönemeyince, işlerin tamamı, İbrahim’in babası Osman oğlu Mehmet’e kalmıştı.
Mehmet ise asker ocağında engelli olmuş, köyüne döndüğünde, babasının mal varlığını yönetememişti.
Yönetilemeyen ekonomi sonucu, gücü azalmış ve mülk kaybı yaşamıştı. Çünkü o tarihlerde paylaşım (birçok bakımdan) güce göre yapılıyormuş. Ekonomi toprağa bağlı olduğu için uzaktan akrabalar bile toprak talebiyle arazileri pay pay etmişler.
Ayrıca, İbrahim’in babası, engelli olduğu halde iki evliydi ve on bir tanede çocuğu olmuştu. Osman oğlu Mehmet’in çocuk sayısı fazla olunca oğlu İbrahim’i evlendirir evlendirmez ayrı eve çıkarmıştı.
Baba evinden ayrılan, İbrahim’in arazisi ekip biçmeye yeterli değildi, zorunluluk nedeniyle de, o bölgede geçerli olan marangozluk işlerini öğrenmişti.
Yöre orman bölgesiydi ve evler ahşaptı. Ahşap evler de aylarca, bazılarında ise yıllarca çalışılarak marangozlar marifetiyle yapılıyordu.
Bu evlerin büyükleri on iki direk, biraz küçükleri dokuz direk, daha küçükleri de altı direk üzerine inşa ediliyordu. Koşu hayvanı olarak öküzlerin gücünden, ineğin sütünden koyunların yününden ve etinden, atında ulaşım hizmetlerinden yararlanılıyordu.
Evlerin çoğu iki odalıydı, ama tek odalı olanları da bulunuyordu. Isınma problemine katkı sağlamak için ahır evlerin altlarına yapılıyor ve hayvanların vücut ısılarından elde edilen sıcaklıklarla, evlerin ısınmasına, fayda sağlanıyordu.
Evlerin yapılmasını marangozlar marifetiyle dedik ya, İbrahim de marangoz olarak başka köylere çalışmaya gittiğinde 15-20 günde, bazen de bir ayda ancak gelebiliyordu köyüne.
Böylece köyünde durduğundan başka köylerde durduğu daha fazla olurdu. Bu haliyle bile geçimini yoluna koymuş sayılmazdı.
Genelde, çalışmaya ustası ve ağabeyi Murat ustayla giderdi. Bir gelişinde, oğlu Arif’ hastalanmıştı, ama ağabeyine çocuğum hasta diyememişti.
Çünkü o tarihlerde büyüklerin yanında çocuk sevmek ayıplanırdı. Oğlunun hastalığına rağmen de, işine dönmüştü.
Giderken, ağabeyi Murat usta ile erkenden yola çıkmışlardı. İbrahim “oğlu Arif’in başına bağladıkları o yörede ‘mahrama’ denilen küçük mendili cebine koymuş” ağabeyine çaktırmadan koklaya, koklaya gidiyormuş.
Dönüşleri de tam yirmi gün sonra olmuş, her günü kara haber korkusuyla yaşamış ve için, için ağlayarak, oğlunun başına sardıkları mendili koklaya, koklaya günü gün etmiş.
Yirmi gün sonra köye geldiklerinde oğlunun sağlıklı olduğunu görünce çok dua etmiş ve kazandığı paranın bir kısmını da sadaka olarak dağıtmış. İbrahim’in çocukları küçük, karısı, yalnız olduğundan hayvanlara bakamıyorlar ve kendisinin yokluğunda zorluk yaşıyorlardı.
Bunun üzerine, uzak köylere gitmemeyi düşündü, eşi de doğum yapacaktı, yani beşinci çocuğu da yoldaydı. Ama ihtiyaçları, onu çalışmaya zorluyordu. Bu sefer de sağ salim geleyim, bundan sonra uzak köylere gitmeyeceğim, başka bir iş yaparım diye düşündü. Ama bu kez, tam iki aylığına gitmişti.
Geldiğinde ise beşinci çocuğu doğmuştu ve tam on beş günlük olmuştu. O zamanın şartları ağırdı ve büyüklerin yanında da çocuk sevmek, eşiyle konuşmak, ayıp sayılıyordu, kimseden de haber alamamıştı.
Köye geldiğinde evine varmaya iki ev kala komşusu Sadettin Dede’nin eşi (İbrahim, anne derdi) Ulviye teyze, İbrahim’i görünce “Gözün aydı kara beyim, gözün aydı bir oğlun daha oldu” dedi.
İbrahim “doğrumu diyorsun ana.”
“Tabi doğru oğlum”
“peki, ana o zaman müjdeni vereyim” dedi ve cebinden çıkardığı 5 lirayı verdi.
O tarihte5 lira iyi para sayılırdı. Almam oğlum dediyse de İbrahim Ulviye teyzenin ihtiyacı olduğunu, biliyordu ve ısrar etti :“yok ana bak darılırım” diyerek verdi.
Eve vardığında hemen beşiğin başına vardı, beşinci çocuğunu kucağına aldı, eşine dönerek: “adını koydunuz mu?” dedi. Eşinden önce ikinci kızı “baba adını ben Tahsin koydum değiştirmesin değil mi? ”dedi.
Bu olay Eylül’ün 20’sinde yaşanmıştı. ‘Tahsin’ doğalıda tam 15 gün olmuştu. Baba İbrahim bundan sonra uzak köylere gitmedi.
Ahırda bulunan koyunlarını ineğini ve atını sattı üzerine biraz daha para koydu tam altmış beş tane kuzulacı (yavrulayacak) keçi aldı.
O sene ailecek keçilerin peşine düştüler. Keçiler, bakımı inkâr etmedi hepsi ikişer-üçer yavru yaptı.
Oğlaklar yetişti İbrahim’in davarı çoğaldı, oğlakların birkaç tanesini (ihtiyaç için) sattı yine de neredeyse iki katına çıkarak tam yüz dokuz keçisi oldu. Ama keçilerin çoğaldığı sene kış şiddetli geçiyordu çok kar yağdı İbrahim’de davar üşür düşüncesiyle hepsini küçük bir ahıra koydu ve kışı çıkartmaya çalıştı.
Ama keçiler dar ahırda sıkışık yatmaktan, havasız kaldı ve “ciğer sarması” denilen bir hastalığa yakalandı. Davarın çoğu telef oldu elinde yirmi beş otuz kadar keçisi kaldı.
Ailecek çok üzüldüler ve mevcut keçileri birkaç yıl kapıda tutarak çoğaltmaya çalıştılar.
Tahsin’de dokuz yaşına geldi ve okula gitmek istiyordu, ama keçileri de o güdüyordu. Ağabeyi Arif’te Kur’an kursuna gidiyordu. Tahsin ağabeyinin derslerini takip ederek Kur’an-ı kerimden birçok süreyi ezberlemişti, babası da bunu fark etmişti.
Babasının kendi çocukluk döneminde ki çaresizliği ve okula gidemeyişi aklına geldi ve Tahsin’i ilkokula göndermeye karar verdi. O hafta keçileri pazara götürdü ve sattı.
Artık Tahsin okula başlamıştı, dersleri iyi gidiyordu, daha birinci sınıftayken çarpım tablosunun yarısını ezberlemiş 2’şer 3’er beşer ve onar, onar saymayı biliyordu. Birinci sınıfa birkaç ay gitti ve öğretmeni Turan Saygılı onu ikinci sınıftan devam ettirdi.
Böylece İlkokulu dört yılda ve on üç yaşında bitirmiş oldu. Okumak için Ankara’ya gitti, hem okudu hem çalıştı, ileriki yıllarda ve kamuda önemli görevlere geldi, birçok insana faydalı oldu.
Yıllar yılı kovaladı ve babaları Mehmet oğlu İbrahim’de hakkın rahmetine kavuştu. İbrahim’in sekiz çocuğunun hepsi de tutumlu ve çalışkandı. Ama her biri farklı düşünüyor hiç birinin düşüncesi öbürüne uymuyordu.
Aralarında ufak tefek çekişmeler, oluyordu ve bir keresinde kavga yapar gibi şiddetli tartışma yaşamışlardı. Aslında, tartışmaları mal mülk meselesi de değildi ama ortam gerilmişti bir kere.
Babalarının ölümünden sonra yanlarında duran anneleri de, çocuklarının tartışmasına şahit oldu ve onları bir araya topladı:” Evlatlarım biliyorsunuz ölüm çaresi olmayan bir gerçek. Allah bizlere ne ömür takdir ettiyse onu yaşayıp hepimiz bir gün mutlaka öleceğiz. Tıpkı babanız gibi. Kaçınılmaz olan ölüm gelmeden önce şunu söyleyeyim, babanız hakka hukuka riayet eden, komşuları ile iyi geçinen ve biz aile efradını üzmeyen bir adamdı.
İyiliğini babanızın cenaze merasiminde ki kalabalıktan ve hoca efendi nasıl bilirsiniz diye sorduğunda gür bir sesle “iyi biliriz” denmesinden anlaya bilirsiniz.
Bunu, şunun için söylüyorum. Sizler dünya malı için birbirinizi üzüyorsunuz. Hepinize söylüyorum ve bunu hiç unutmayın.
Babanız devletten bir kuruş almadan kendi çalıştı alın terinden başka bir şey yemedi. Size de: “HARAM LOKMA YEDİRMEDİ” ve sizlerin hatırşinas, birbirine saygılı iyi insanlar olmanızı isterdi. Siz evlatlarım bu bilinçte olmalısınız. Ayrıca, bir hoca efendiden de, duymuştum insanı yediği lokma etkiler diye” dedi.
Güzel anne çocuklarına (İslami prensiplere uygun) bir konuşma yaptı ve çocukları da annelerini pür dikkat dinledi, kafalarıyla “onayladı” ve kardeşler oracıkta kucaklaşarak birbirlerinden af diledi, bir daha da hiç kavga etmedi.
Hepsi birden mutlu bir hayat sürdü.
Nezih Yıldırım
07.02.2020
Yorum Yap
Yapılan Yorumlar